You may have to Search all our reviewed books and magazines, click the sign up button below to create a free account.
ŞAHLAR Dünyaya hükmeden şahlar Bir gün olur da mat olur Bülbül gibi şakıyanlar Bir gün olur da tat olur. Tutmaz eli avuçları, Yere düşer göz uçları Kıldan ince kılıçları Bir gün olur da küt olur. Yeter artık varlığınız Halkı köle saydığınız Eşek diye bindiğiniz Bir gün olur da at olur. Bugün böyle gider kervan Yarın bir gün döner devran Kurur hasat yanar harman Bir gün olur da ot olur. Kaf Dağı’nda olan şahlar Koymaz sizi asla ahlar Şaşaalı saltanatlar Bir gün olur da yok olur.
Evvelden örülen bir Duvar ile kendilerini hem şehre hem de yozlaşmaya karşı korumak isteyen köy halkı, maneviyatını muhafaza etmeye uğraşır. Ancak inandıkları değerlere ters düşen bir olayın sonrasında asıl yozlaşma ve ayrışma ahali arasında yaşanacaktır. Şehri imgeleştirirken köy yaşantısını bir zihniyetin vücut bulmuş hâli olarak gözler önüne seren “Köy Burada Bitmiştir” gücün mağduriyete, hırsların ise krizlere dönüştüğü bir hikâyeyi anlatıyor. Selen Öngürü, “Köy Burada Bitmiştir” ile bizleri şehir ve köy hayatının ötesinde bir yere götürüyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nun meşrutî monarşisinin yıkılmaya yüz tuttuğu dönemde, bir avuç vatansever önderin yaktığı istiklâl ateşi ile başlayan bir ölüm-kalım savaşı, Millî Mücadele’yi ve Türkiye Cumhuriyeti’ni mümkün kıldı. Bir avuç gözüpek serdengeçti, kurtuluş umudunu sayısız cephede, sınırsız diyarlarda, nice halkların yüreğine bir karasevda gibi işledi. Devletin yetmediği yerde milletin inisiyatif alarak yedi düvele karşı koyabileceğini gösterdi. Azimleri, kararlılıkları ve ‘söz konusu vatansa, hiçbir şey teferruat değildir!’ diyen düsturlarıyla bugünümüze bile ışık tutan bu insanlar, kurdukları efsanevi teşkil...
“Her gün aynı saatte aynı şeyleri yaptığını, hayatındaki her dakikayı belirlediğini gördüm. Önce ‘İnsan kendisine karşı bile nasıl özgür olamaz?’ diye düşündüm. Ama sonra kendime sordum: ‘Peki ya biz, patronların istediği saatte bu binada olarak, onların belirlediği saatte yemek yiyerek ve yine işten çıkmak için onların verdiği saati bekleyerek, ondan çok mu farklı bir şey yapıyoruz?’”
Bizi de kandırdılar… Lakin sadece bizi değil; aldatılanlar arasında, siz de varsınız. Velakin ne biz farkındayız kandırıldığımızın ve ne de siz aldatıldığınızı anlamış değilsiniz hâlâ… Tarihler 9. yüzyılı gösterirken, dünyanın kuzey şeridinden Orta Dünya’ya; kendi tecrit alanlarında binlerce yıldan beri saklanmış, bu surette korunmuş, özgün ve adil savaşçılardan müteşekkil bir kavim indi: Bozkırlı Oğuzlar… Bu, ilk inişleri değildi. Daha önceki Binyıllarda, Batı’daki ve Doğu’daki kardeşleri de inmişlerdi Orta Dünya şeridine. Ne yazık ki indikleri yerde devşirilmiş ve mankurtlaştırılarak yok edilmişlerdi. Şimdi ise...
O sırada balkonundaki çiçeğe takıldı gözü. O öldüğünde kim sulayacaktı onu? Kardeşi muhakkak onun hatırası olarak alırdı onu. O an balkonundaki o çiçeğe imrendi. Yaşamak ne kadar da kolaydı onun için. Sadece su ve güneş yeterliydi. Oysa yaşamak onun için hiçbir zaman kolay olmamıştı… Çocukluğundan beri hastalıklarla boğuşuyordu Selin. Ömür boyunca kullanması gereken ilaçları vardı. Şeker hastalığı yüzünden de yediklerine dikkat etmesi gerekmişti her zaman. Hiçbir zaman istediği gibi yaşayamadığını söylerdi bu yüzden. Peki istediği gibi yaşasaydı nasıl bir hayatı olurdu? Veya hayatıyla ilgili farklı kararlar vermiş olsaydı? Mesela nişanlısından ayrılmayıp evlenseydi nasıl bir hayat bekliyor olurdu onu? Veya mezun olduktan sonra kamu personel sınavına çalışıp kazanmış olsaydı? Ya da üniversitede istediği bölümü, resim öğretmenliğini okumuş olsaydı… Vermiş olduğu her bir karar onu farklı yollara, farklı hayatlara götürmüştü. Bundan daha mutlu olduğu hayatları görmek isterdi. Ama şu anki mutsuz hayatını görmeyi istemiyordu…
Sağ görüşlü ya da Sağcı kuruluşlar denilince akla, muhafazakarlığı, milliyetçiliği ve maneviyatı savunan ve siyasi zemine taşıyan partiler ve kurumlar gelir. Toplum tarafından Sağcı olarak adlandırılan partiler ve kuruluşlar arasında benzerlikler olduğu gibi farklılıklarda mevcuttur. Hemen hepsi milli ve manevi konulara bağlı olduğunu belirtir ancak ekonomide olsun diğer faaliyet alanlarında olsun farklı politikalar izlerler. Türk Sağı geniş bir çerçeve çizse de ortak nokta milli olmaktır. Kimi parti kendisini muhafazakar-demokrat olarak adlandırır, kimi milliyetçi olduğunu ve Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlı olduğunu belirtir bir diğeri Mill...
“Zengin isen ya ‘bey’ derler, ya ‘paşa’ / Fukaraysan ya ‘abdal’ derler ya ‘çingan’, hâşâ…” Bu eser, ülkemizin abidevi âşık ozanı Neşet Ertaş’ın, Anadolu’da başlayıp biten ve diyar diyar katmerlenmiş beynelmilel sanat öyküsünü bir tiyatro oyunu kurgusuyla sizlerle buluşturuyor. Derdi ve efkârı sulhla ve sevgiyle harmanlayan Ertaş’a dair mevcut tüm literatürden istifade edilerek ve bizzat kendisinin dilinden dökülenlerin seçkisiyle hazırlanan bu metin, aynı zamanda bu büyük saz ve söz üstadımızın kronolojik bir biyografisini de okurlarına arz ediyor. Üstelik, karekod teknolojisiyle oluşturulan oynatma listesi sayesinde, sevenleri de bu yolculuğun her sayfasında bahsi geçen tüm türkülere eşlik ederek ‘Bozkırın Tezenesi’ ile hemdem ve hemhâl olup bu eşsiz deryaya yoldaşlık etme fırsatına kavuşuyor.
Lübnan sınırları içerisinde Filistinlilere ait olan bir mülteci kampında doğan Bewar, artık ergenlik çağına gelmiştir. 1948 yıllarında kurulan bu kamp, artık onların evidir. Ne memleketlerine dönebilirler ne de başka bir yere gidebilirler. Oysa Bewar ve arkadaşlarının tek hayali, dışarı çıkabilmek ve ölmeden, güven içinde oyun oynamaktır... Günlerden bir gün, yeni idari düzenleme sayesinde kampa yakın bir yerdeki okula gidebilme umuduna kavuşan Bewar, aslında bir kimliğinin bile olmadığını bu vesileyle öğrenir. Ailecek yaşadıkları sorunlara bir de bu haber eklenince, hayatı tam bir hapishaneye döner. Ve ne hazindir ki, bu cendereden kurtulabilmesi için, çok daha büyük bir yükü sırtlaması gerektirecektir… Emek Eroğlu’nun kaleminden “Yurtsuz”, okurlarını vatan toprağından yoksun bırakılan çocukların öyküsünde misafir ediyor…
Selen Öngürü’nün ilk romanı olan Kırık Çember, düşüncesizce işlenen bir cinayet üzerine gerçekleşen tecelliyi konu edinirken, fazlaca önemsenen mahalle kültürünün ve ‘namus’ kavramının açmazını gözler önüne seriyor ve hayatın kendisine daha yakından bakmamız için davetiye çıkartıyor. “Ne yaşadıklarından ne de yaşayacaklarından kaçabilirsin. Sana bahşedilen en güzel şey, unutkanlık. Yaşarken ölümü unutursun; nefsin körelene kadar kirlendiğini unutursun. Faniliği de bilirsin ama ölümü tatmadığından hayattayken de korkmazsın. Peki, yaşarken öleceğini düşünmedin mi hiç?”