You may have to Search all our reviewed books and magazines, click the sign up button below to create a free account.
“Gözlerim yanıyor artık ağlamaktan. Dünyayı sis perdesinin gerisinden görüyorum, üstüne süt dökülmüş gibi görüyorum her şeyi, puantiyeli görüyorum, beyazlı beyazlı. Yumayım diyorum şunları, kurumuş artık, hırş hırş ses geliyor gözkapaklarımdan, fayda etmiyor, pat diye açıyorum tekrar. Hepi topu iki saatlik uykum var günlük, o da gitti elden. Düşünen insan uyuyamaz, gece gündüz İnci’yi düşünüyorum ben, varsa o yoksa o, nasıl uyuyayım?” En sıra dışı insanların sıradan insanlar arasından bulunabileceğini gösteren, sıradan anların içinde sıra dışılığın madenini keşfeden hikâyele...
Sezgin Kaymaz’ın yeni romanlarını hasretle bekleyen okurları, bu kez ve ilk kez onun hikâyeleriyle buluşacaklar Sandık Odası’nda...Bir sırrı ifşa edelim: Bu kitaptaki hikâyelerin ortaya çıkmasında zaten biraz da okur parmağı var! Hafta başlarında, mesire yerlerinden dönüp de dairelerimizin iç karartıcı mesai atmosferine girdiğimizde, önümüzde içimizi açacak bir adet hikâye bulsak fena mı olur gibisinden istek parçaları yollayan okurlar gaz verdi bu derlemeye! Sezgin Kaymaz’ın romanlarında karakterlerin, uzun sohbetlerin, sürprizli kurgunun, neşe ve hüznün oluşturduğu çalgı çengi havasını, hikâyelerinde de oda müziğiölçeğinde tadabili...
Sezgin Kaymaz'ın, kendi okurunu edinmesini sağlayan ve yeni kuşak yazarlarda fazla rastlanmayan hasletleri var. İnsanları, özellikle kaderin sillesini yemiş olanları, aşağıdakileri, kaybedenleri iyi tanıyor. Romantikleştirmeden, groteskleştirmeden resmediyor onları.Yazarımız hikâye anlatmayı ve kurgalamayı da seviyor Allah için! Mistik olmayan, bir bakıma o "insan iyiliğini" cisimleştiren bir gerçeküstü fanteziye dayanıyor çoğunlukla romanlarının kurgusu. Lucky, Sezgin Kaymaz romanının bütün bu hasletlerinin hakkını veriyor. Her şeyden önce, yine çok iyi işlenmiş insan manzaraları sunuyor. Taksiciler, hele orospular gibi, pek de "saygın" olmayan i...
Korkunç bir rüya... Kâbus. Koca koca insanlara yatak ıslattıran cinsten. Gündüz de zihne yapışan cinsten. Üstelik “dizi-rüya”. Devam ediyor, gelişiyor; gizli kamera gibi geziyor görenin geçmişinde. Rüyanın musallat olduğu insanlar: Kendini bildi bileli dedesiyle yaşayan, dağınık ve hafif şaşkın bir sigortacı genç adam... Annesi ve yatalak dayısıyla birlikte yaşayan, hışım gibi bir genç kız... Bir de tuhaf ihtiyarlar meclisi... rüyayı ve rüyanın musallat olduğu çocukları adım adım takip eden: Bir buzdolapçı, bir sağlık kabinci... kocaman, upuzun bir adam... sonra yine o: sigortacının dedesi... Bütün bunların peşinde, şehir boyu kovalamaca oynayan bir gölge ve haylaz bir ışık topu. Yau... Sen bi’ dakka...! N’oluyor Allahaşkına?
Sıfatsız büyüyordu İrfan. Tabii aynasız, karanlıksız, gölgesiz. Enikonu topal, enikonu çolak, enikonu kör, enikonu patates kafa, enikonu çirkin, Orkun dışındaki akranları arasında enikonu arkadaşsız, dostsuz, 133’ün dışındaki dünya hakkında enikonu bilgisiz. Tek gözü olmayan birinin her şeyi kartpostal gibi görebileceğini, üçüncü boyutu isterse naylon gözlük takıp üç boyutlu sinema seyretse hayatta göremeyeceğini bilmiyordu mesela. Ve dışarıda kalbin beş para etmediğini de bilmiyordu.” Rengârenk bir kadro cirit atıyor bu Sezgin Kaymaz romanında da: Polisler (iyisi, kötüsü, sivili), hastane personeli (manyağı, mahiri), yeraltı ahalisi...
“Evren” konulu bu sayımızda zengin bir içerikle karşınızdayız. Bu sayıda “evren”i edebî, bilimsel, mecazi, teolojik, dil bilimsel vb. birçok boyutta ele aldık. Kıymetli hocalarımızla söyleşiler yaptık. “Evren Betik”i keyifle okumanız dileğiyle…
“İlk ‘Canım’ demek istediğinde ar etmiş dedem, ‘Hanım’ dese ‘malım’ demiş gibi olur diye korkmuş, ‘Vesile’ dese çok resmî, soğuk. Ama kendinden tarafa bakmasını istiyormuş, onu görmesini, onun içini, yüreğini, sevdasını fark etmesini istiyormuş; anlatacak, dökülecek, gerekirse ağlayacakmış. ‘Baksana’ dese olmaz, ‘Bak hele...’ demiş, devamını getirebilecekmiş gibi. Bakele dönüp bakmış. Dedem bütün söyleyeceklerini unutmuş, öylece kalmış.” En safından aşk, hani, hasretle imtihan edilen… Aşka, dosta, sırdaşa, muhabbete hasret, hasretin çileleri… Gönül yaraları, mutsuzluklar ve mutsuzluğu sıkıp sıkıp mutluluğunu oradan çıkartanlar… İyi niyetli beceriksizlikler, becerikli kötü niyetler… Ayıbı bilenler, bilmeyenler… Hayırsızlar uğursuzlar… Sezgin Kaymaz, bu kitaptaki kısa hikâyelerinde yine o hasretin, o muhabbetin peşinden gidiyor: Darlığın yokluğun kıtlığın içinden, en beklenmeyecek yerde insaniyet cevheri buluyor, tozunu silkip uzatıyor bize.
“Bir o kalıyordu. Davetsiz Misafir. Eşek gözlü Leyla. O kalınca da her şeyi iyi geliyordu sana, şifâ geliyordu. Küfretmesi sevimli, şirretliği şirin, huysuzluğu hoş, kabadayılığı zarif, ölülüğü diri. Ölülüğü diri... Vallahi.” Uzunharmanlar mahallesinde bir bekâr evi kiralayan Musa daha ilk geceden dehşete düşer. Gaipten sesler gelmekte, odalar kendiliğinden aydınlanıp kararmaktadır. Burası bir perili evdir galiba! Ancak... Eğer hakikaten perili evse, mutlaka iyilik perilerinin merkezidir. Çünkü gaipten yalnızca ses değil; çörek, börek, turşu, çay, temiz çamaşır, hatta tamirci bile gelmektedir. Ne y...
“O kadar çirkin ve yassıydı ki, mecbur kalıyor, gözünün ötesiyle bakıyordun soytarıya. Zila’daki ışık aşkını falan görmeye başlıyordun. İnsan aşkını, muhabbet aşkını, temas, meşk, hayat, uyku aşkını falan. Gördüklerini görmeden bakıyordun mecbur, o zaman da Seher’i falan görüyordun; Seher’in rahmindeki İrfan aşkını, kalbindeki Berna aşkını, Berna’daki Veysel aşkını, Veysel’deki Bayram aşkını, Edip’teki Kenan aşkını, Hayri’deki Şengül Abla - Yılgör Abi aşkını, Deccal’daki intikam aşkını, Uğur’daki Deccal aşkını, Gıyas’taki acı, Beyazıt’taki oğlan, Ayvaz’daki para, Sermiyan’daki nedâmet aşkını...
“Bir çift ölü göz gözlerinin içine dikilmiş, öbür dünyadan buna bakıyordu sanki. Ve ne kadar kibar konuşuyordu ölü. Kılığına bak, ya otopark değnekçisi ya durak kâhyasıdır derdin; yüzüne bak, melek midir nedir; gözüne bak, ölmüş de haberi yok yazık; hiçbir yerine bakmadan sırf dinle, haber spikeri. Ve de ne kadar âşinâ geliyordu Allah’ım. Ve maalesef nasıl da ürpertiyordu.” Deccal olmak, melek olmak… Ölü olmak, diri olmak… Hasta olmak, sağlıklı olmak… Erkek olmak, kadın olmak, eşcinsel olmak, başka cins olmak… (Bir de “cins” olmak var tabii, o ayrı!) O kadar ayrılar, o kadar başkalar mı gerçekten? Bir bakın, bir düşün...